En Sevdiğim

En Sevdiğim

Bu Blogda Ara

24 Aralık 2019 Salı

Bir Zamanlar Tatilde 4 (Plajda)

Tembellik de bir yere kadar. Foto Rabia Hanımın özçekimidir.

    Küvetten çıktım ve giyinmek üzere odaya geçtim. Bizim hipopotam yine uykusunun en derin yerlerinde kulaç atıyordu. Saate baktım on bire geliyordu. Kahvaltıyı kaçırmamak için külotumu giymeden ayağıma bir bermuda üzerime de askılı bir bluz geçirip koridora fırladım. Asansörde beni plajda gören kıvırcık garsonla karşılaştım. Hafifçe gülümsedim. Utangaç bir şekilde selamımı aldı ve inerken yol verdi. Feci kızarmıştı garibim. Hey Lamia, sakın bu utangaç oğlan... Hayır hayır, olur mu hiç!

    Kahvaltı yaparken sabahleyin yaptığım o çılgınlık ve sonrasında banyoda aklımdan geçenler kafamı kurcalıyordu. Kendi kendime, “Kızım madem bir bok yedin bari tadını çıkar, keyfini sürdür,” dedim. Kahvaltıda açık büfeden yine bir sürü öteberi alıp bir çoğunu salonda bir tur attıktan sonra geri bıraktım. Kilo alma endişesi beynimi kemiriyordu. Sabahleyin o adaya yüzüp geri dönerek kondisyonumun hala yerinde olduğunu kanıtlamıştım ama yine de dikkat etmek gerekiyordu. Karbonhidratlı maddelerden, şekerden, hamur işinden uzak durmak lazımdı. Ama yine de susamlı halkalardan 4 tane mideye indirdim. İki bardak çay da içince keyfim yerine gelmişti. Bir keyif sigarası yaktım.

    Kahvaltı salonundan çıkarken garsonlardan birinin bana dikkatlice baktığını fark ettim. Kıvırcık olanı değildi. Herhalde sabahleyin sahilde beni sutyensiz yakalamış olanlardandı. Aman bana ne ya, n'apayım gördüyse. Salla gitsin. Bizim herife söyleyecek hali yok ya. Hem söylerse söylesin. Çok da şeyimdeydi artık. Merdivenlerden inerken alt katta geç kahvaltı verilen salonda bizimkini fark ettim. Tabağına dağ gibi poğaça, börek doldurmuş, tıkınıyordu. Yanına yaklaşıp sordum:

    “Dün gece çok içtin galiba, vakit öğlen oldu.”

    “Felaket başım ağrıyor onun için, hem sana ne bundan!” dedi miskin miskin.
    
    “Eeee sen de içmeseydin o kadar. Beleş içki bulunca kaçırmıyorsun,” diye cevapladım.

    “Sen beni bırak da sen ne yaptın?” diye isteksizce sordu.

    Hiiiç, ne yapacağım. Sabah erken kalktım, denizde çırılçıplak yüzüp ilerideki adaya gittim. Orada da şeyimi kurcaladım. İki kişi de beni seyretti.

    “Biraz erken kalkıp yüzdüm, sonra kahvaltı ettim,” diye cevapladım benimkini.

    “İyi iyi. Ben bir şeyler daha yiyip oyun salonuna iniyorum. Akşama görüşürüz.”

    Oha! Boşan da semerini ye. Asansöre binip odaya çıktım. Adama bak yahu, göbek Himalayalar gibi olmuş hala tıkınma derdinde. Kapıyı açıp içeri girdim, dolaptan bugün için giyeceğim mayoyu seçtim. Giyinirken gözüm memelerime takıldı. Hafiften bir sarkma vardı ama yine de idare eder gibi görünüyordu. Rus kızlarıyla yarışamazdım ama Alman karılarına beş basardım. Aynada düz ama aşağılara doğru hafif bir bombe yapan karnımı seyrettim. Dikkatli olmak gerekiyordu. Yağlılardan uzak durmalı, şekeri azaltmalıydım.

    Sahile indiğimde plaj yükünü almış durumdaydı ve adım atacak yer yoktu. Boş bir şezlong bulmak için etrafta dolaşmaya başladım. Sonunda bir tane bulmuştum ama o da gölgelikteydi. Güneşe çekmek için elimdeki çantayı yere bıraktım. Tam şezlonga yapışıp çekecektim ki bir ses, “Abla bırak, ben çekerim nereye istersen,” dedi. Dönüp arkama baktım, kıvırcık saçlı garson sevimli mi sevimli gülümseyip duruyordu. “Tamam şekerim,” deyip bırakacağı yeri işaret ettim. Sonra da çantamı alıp çektiği yerin başucuna bıraktım. Üstümdeki havlu bornozu çıkarıp çantaya koydum, şezlonga uzandım. Baktım gitmiyor hala başımda durmuş, soru dolu gözlerle kafamı kaldırıp gülümsedim:

    “Hayrola?”

    “Abla, ben burada görev yapıyorum 5'e kadar. Bir şeye ihtiyacınız olursa...”

    “Sağol hayatım, bir soda getirmekle başlayabilirsin. Limonlu olsun.”

    “Hemen abla ne demek.”

    Sevimli çocuktu ama bu abla muhabbetine gelemiyordum. Ondan en az on beş yaş büyüktüm ama yine de bu hitap şekli bana yaşımı acı bir şekilde hatırlatıyordu. Biraz da otuz beş yaş kompleksimi ve korkumu. Ne de olsa otuz üçteydim ve kırka az kalmıştı. Sodayı beklerken çevreme şöyle bir göz gezdirdim. Rus kadınları gerçekten genetik olarak diğerlerinden farklılığını gösteriyordu. Hem boyları uzun hem de kalçaları yüksek duruyordu. Memleket kadınları ise ya düşük kalçalı ya da kısa bacaklıydı. Ben zamanında voleybol oynadığım için epey şanslıydım ama boyumun 1.70'den de fazla olmasını isterdim. Amaaaan salla gitsin, eğer mutluysan senden güzeli yoktur bu dünyada... Peki ben mutlu muydum?

    Bir beş dakika sonra soda geldi. Pampişim benim, ne güzel de süslemiş bardağı. Kenarına kokteyl için kullanılan plastikten şemsiye takmış. Ona sıcak bir teşekkür ettim. Sodadan bir yudum aldım, harika. Buz gibiydi.

    “Teşekkür ederim tatlım.”

    “Ben teşekkür ederim abla.”

    “Yarım saat sonra bir tane daha getirirsin.”

    “Tabii tabii, ne demek? Enişte nerede, gelmiyor mu daha?”

    “Kahvaltısını bitirmedi henüz.”

    “Abi de maşallah boğazına düşkün.”

    “Öyledir o.”

    Gülüştük.

    “Yüzmeyi seviyorsunuz galiba.”

    “Evet bayılırım denize.”

    “Sabah erkenden kalkmışsınız, yüzerken gördüm sizi.”

    Trink jeton düştü işte. Sabah beni yarı çıplak gördü ya, etkilenmiş çocukcağız. Pek yüz vermiyorum yine de. “Eh işte tatilin tadını çıkarmak gerekiyor,” deyip çantadan kitabıma uzandım. Öylece birkaç saniye durduktan sonra izin isteyip yanımdan ayrıldı. Bir müddet kitap okuyup sonra etrafı seyrettim. Yavaş yavaş millet öğle yemeğine gider birazdan. Tam tekrar kitaba dönecekken elli metre ileride bizimkini fark ettim. Yine o boş gezenin boş kalfası hımbıl arkadaşlarının yanına gitmişti pezevenk herif.

    Terliklerimi çıkarıp denize doğru yürüdüm. On metre kalmışken koşmaya başlayıp balıklama suya atladım. Suyun bedenime çarpmasıyla sarsıldım, dibe daldım. Bir müddet suyun altında gittikten sonra yüzeye doğru kendimi bıraktım. “Ohh dünya varmış.” Hızlı hızlı kulaç atmaya başladım açığa doğru. Bir süre kulaç attıktan sonra geri dönmeye karar verdim. Bu on gün içerisinde ne kadar hareket edersem o kadar formumu korumuş olurdum. Ne kadar köfte o kadar ekmek hesabı. Sahile çıktım, şezlonguma doğru yürüdüm. Çantamdan havluyu alıp kurulanmaya başladım. Göğüslerimin ucu yine serin suyla iyice kabarmış, sertleşmişti. Mayoyu da değiştirmek gerekiyordu. Havluyu belime sardım ve şezlongun ortasına oturup bikinimin altını çıkarmaya çalıştım. Ufff hiç de sevmem havlu altından mayo değiştirmeyi. Ama kabinler de epey uzakta kalıyordu. Gidemem şimdi oraya, üşenirim.

    Bir dakika kadar uğraştıktan sonra mayomu havlunun altından çıkarmayı başardım. Çantaya uzanıp yedeği aldım. Şimdi bunu giymek daha zordu. Ayaklarımdan geçirdim ama havlunun altından belime nasıl çekeceğim? Aklıma parlak bir fikir geldi. Oturup havluyu çözdüm ve külotu dizlerime kadar çektikten sonra birden ayağa kalkıp kalan kısmını da yukarıya çektim. Bu bir saniyelik süre içinde popom çıplak görünmüştü ama sabahki yaptığımdan sonra bunu normal karşıladım. Arkamı dönüp çantadan bikini üstünü aramak için eğildiğimde de... Bingo! Bizim garson yine karşımda.

    Elinde yine soda bardağı vardı. “Yarım saat geçince getir demiştiniz de...” Sağ ol minnoşum be , sen de olmasan. Burada beni düşünen bir tek sen varsın. “Teşekkür ederim canım,” deyip elinden bardağı aldım. Eeee bikini üstünü nasıl değiştireceğim şimdi? Onun da kolayını buluyorum. Ulen ne kaltağım ben. “Hayatım bir saniye tutar mısın,” deyip bardağı geri uzattım ona. O elinde bardağı tutarken eğilip çantamdan yedek bikininin sutyenini buldum. Garsonun şaşkın bakışları altında üzerimdeki ıslak sutyeni çıkarıp kuru olanını giydim. Bardağı geri almak için elimi uzattığında yüzüne baktım. Gizleyemediği bir hayranlıkla beni seyrediyordu. Ona çektiğim bu sözde göz ziyafetinin etkilerini görmek için çaktırmadan pantolonunun önüne göz attım. Bir şey belli değildi ama bana boş boş bakmasından kayıtsız olmadığını fark edebiliyordum. İyi de o da fazla mı uzun baktı nedir? Aaa resmen o da benim önüme bakıyor ya. Bu kadarı fazla artık. “Nereye bakıyorsun sen?” diye çıkıştım. Kekeliyor, “Abla şey mayonuzun önü... Görünüyor da.” Ne diyor bu oğlan şimdi?

    “Ne mayosu bir tanem? Ne diyorsun?”

    “Abla önünüz sıkışmış da... Şeyiniz görünüyor... Düzeltmeniz gerek...”

    Eğilip mayomun önüne bakıyorum. Aaaa haklı çocuk. Rezalet! Aceleyle çekeyim derken bir yarısı dışarıda kalmış bizim küçük Lamia'nın. Bizim üçgenin sol dış dudakları kafasını uzatmış, “Merhaba, ben buradayım,” diyor. Kumaşı hemen elimle düzeltip saklanması gereken yeri örttüm. Garsona dönüp: “Tamam şekerim, şimdi git sen,” dedim. Allah kahretsin, rezalete bak. Çocuk sabah memelerimi görmüştü, simdi de resmen amcığımın fotoğrafını çekti.
 
Genç garson her yerimi görmüştü neredeyse. Foto: Selin Radar

    O gidince tekrar kitabıma döndüm. Sanırım kitap okuyarak bir saat geçirmişim. Erken kalktığım için göz kapaklarımın ağırlaştığını hissettim. En iyisi az bir şey kestirmek. Nasıl olsa başımın olduğu taraf da gölgeye geldi şimdi. Şezlongun baş kısmına dürdüğüm bir havluyu yastık yapıp uyuma pozisyonuna girdim. Nedense gölgede hafifçe ürperir gibi olmuştum. Büyük boy havluyu da üstüme örttüm. Kıvrılıp yan döndüm, gözlerimi kapattım. İyi de gel de uyu şimdi. Beş altı şezlong önümde iki genç birbirleriyle yiyişiyorlardı. Tam gözlerimi kapatıyorum bir kıkırtı, açıyorum bunlar dudak dudağa. En iyisi öbür tarafa dönmek. Öbür tarafa döndüğümde ise bizim kıvırcık garsonun olduğu plaj kafeteryası ile burun buruna geliyorum. Adaaam sende. Uzun uzun esneyip tatlı bir uykuya dalmak üzereyim.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder